9 Kasım 2019 Cumartesi

Öyle Bir Geçiyor Ki Zaman...

İzafiyet teorisinin babası Einstein'a bir çift lafım var.

Ne demiş kendisi hatırlayalım: "Elinizi bir dakikalığına sıcak bir fırının içine sokun, sanki bir saatmiş gibi gelir. Güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirin, bir dakikaymış gibi gelir. İzafiyet budur."

Her ne kadar bilime saygım sonsuz olsa da, kusura bakma Aynştayn efendi, 40 senemi verdim ama şunu öğrendim: zaman görece falan değildir, resmen hızlıdır! 

Ya da bir noktadan sonra hızlanıyor.

Nerede ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum ama şöyle bir şey var hatırımda. Siz 10 yaşındayken geçen 1 yıl ömrünüzün 1/10'udur. Siz kırk yaşındayken geçen 1 yıl ise ömrünüzün 1/40'dır. 

1/40, 1/10'dan çok daha küçük olduğu için de yaşlandıkça zaman daha hızlı geçiyor gibi gelir. 

Heh eğer Einstein izafiyet teorisinde böyle bir şey demek istediyse bak o zaman tamam.

Sabah sabah beyinciğimi neden böyle ağır meseleler yorduğuma gelince, az evvel gazetede okudum. 39 yaşındaki Macaulay Culkin bir çorap reklamı kampanyası için kamera karşısına geçmiş. Şimdi bize ne bundan, bu neden gazeteye haber olmuş diyebilirsiniz. Ben de dedim önce.

Sonra 3 kelimeye kilitlendim kaldım: "39, Macaulay, Culkin". Yok olmuyor, kafam almıyor, bu 3 kelime aynı cümle içinde, nasıl olur? 

39 nedir yahu? 39!

Benim en son hatırladığım bu çocukcağız evde tek başına, onu hafife alan kötü adamları doğduğuna pişman ediyordu. O da öyle uzun bir zaman önce değil, geçen sene değilse bile en fazla 5 sene önceydi. 

5 sene önceki çocuk bu sene nasıl 39 yaşında olur? O 39 yaşındaysa ben de 10'lu 20'li yaşlarımda takılıp kalmadım demek. Aman Allahım ben de 40 olmuşum meğer!

Evet buraya kadarki kısımdan anlaşılacağı üzere 2019 benim de 40 yaşa ulaştığım sene oldu ama bu durumu hala tam idrak edememiş hissediyorum kendimi. Bunun gibi bana yaşımı hatırlatan bir şeylerle her karşılaştığımda ilk defa duyuyormuşum gibi anında "aaa ben 40 olmuşum" diye şoka giriyorum.

Neyse Allah bana sağlıklı uzun ömürler versin, kırklı yaşlar fikrine alışmak için kocccccaaa bir on sene var önümde.

9 Ekim 2019 Çarşamba

Dolfi ile Marilyn

2017'den yazıp hazırladığım bir kitap değerlendirmesi. 
Allahım ben ne yaşamışım ki bu blog'u zaten hazır bir yazıyı yayınla düğmesine dahi basmadan kaçıp gitmişim...
Boşa gitmesin bari, buyrun:

"Berlin'de geçen kitaplar" araştırmamda denk geldim François Saintonge'un Dolfi ile Marilyn kitabına. Hikayenin Berlin'le ilgisi olmamasına rağmen üç açıdan dikkatimi çektiği için hemen attım sepete: kapağı, ismi ve de konusu.



Kapak eğlenceli görünüyordu. İsmi iki ünlü şahsiyeti içeriyordu. Konusuna gelince şu cümle ile başlıyordu: "Klonlanmanın artık hayal olmadığı bir dünyaya hoş geldiniz!" E bu şartlar altında, bu kitabı almamak benim için imkansızdı.

Çok da uzak olmayan bir gelecekte (sene 2060) insan klonlamak mümkün ve de serbesttir. Ancak tabii ki bazı kurallar çerçevesinde. Halen yaşayan biri klonlanamaz, klonlar asla üreyemez, standart bir eğitim sürecine tabidirler ve bazı şahsiyetler asla klonlanamaz. Mesela Adolf Hitler.

Kuralların ve de yasaların olduğu her yerde, her konuda ve de her koşulda olduğu gibi klonlama konusunda da kurallara ve de yasalara uymayanlar yine iş başındadır. Ve Dolfi ile Marilyn de yasa dışı klonlar olarak tarih profesörü kahramanımız Tycho Mercier'in hayatına dahil olur. Derken iki yasa dışı klon ortadan kaybolur. Yıllar sonra ise Germaniya Şansölyesi ve de eşi olarak ortaya çıkarlar. Olaylar, olaylar...

Hikayenin sonunu baştan açık etmiş olacağım ama Adolf Hitler'in tekrar ortaya çıkması tarihi tekerrür ettirmiyor. Zaten hikayenin bu kısmında çok da enteresan bir numara yok.

Ben asıl kitabın aynı zamanda anlatıcısı da olan Profesörün klonlanma konusundaki ahlaki çatışmalarını sevdim. Gerçekten de üstünde kafa yorulması gereken konular; klonlar biricik değil, dizayn edilmiş bir makineden dolayısıyla bir eşyadan ne farkı var? Neden herhangi bir canlıdan daha az yaşama hakkına sahip olsunlar ki? Ne derecede hangi haklara sahip olmalılar? Klonlanma kölelik sistemine geri dönüş mü?

Prensip olarak cevabını bilmediğim soruları düşünmeme, tek bir doğrusu olmayan konular hakkında kafa yormama taraftarıyım. Dolayısıyla bu kitabı okudum, şöyle bir bakış açısı geliştirdim falan diyecek durumda değilim. Kısaca görmezden gelmeyi tercih ediyorum. Ve de klonlanma konusunda ahlaki meselelere kafa yorması gerekecek kadar klonlarla iç içe olunan bir jenerasyona mensup olmadığım için ziyadesiyle mesudum.

6 Ekim 2019 Pazar

Mekanın Sahibi Geri Döndü

Mayıs 2017'den beri buralara uğramamışım.

Hep merak ederdim, düzenli içerik üreten blog'lar nasıl oluyor da bir anda sırra kadem basıyor diye. Çok yaratıcı teoriler de geliştirmiştim ancak bizzat tecrübe ettim ki, ne uzaylılar kaçırıyor ne derin devlet müdahale ediyor.

Araya hayat giriyor.

Ben bu 2,5 senede neler yaptım derseniz; koşturdum, seyahat ettim, zumbayı bıraktım, pilatese başladım, pilatese ara verdim, saçımı kestirdim, çok eğlendim, çok üzüldüm, şeker patlatmada 4.357. seviyeye geldim, bi sürrü kitaplar okudum.

Yani şöyle bir düşününce buraya vakit ayırmamı engelleyecek hiç bir şey yoktu ve çok şey vardı. Tembellik işte. Bakalım bundan sonrası nasıl olacak göreceğiz.

Bu blog'u önemsiyorum çünkü her şeyden önce kendim için yazıyorum. Günlük gibi. Ne zaman nereye gitmişim, ne görmüşüm, ne okumuşum, ne öğrenmişim hepsi burada. Söz uçuyor, yazı kalıyor.

Tabi bir de çaresizlikten yazıyorum. Daha önce açıklamıştım, sepet gibi yaşamak istemediğim ama başka hiç bir şeye de yeteneğin olmadığı için.

Türkçe rap'in ünlü büyüklerinden Norm Ender'in de dediği gibi, "mekanın sahibi geri geldi, bebeleri pistten alalım". Yayınladığım 439 yazımı karıştırın siz, ben yenileriyle sizinle beraber olacağım.

18 Mayıs 2017 Perşembe

Masumiyet ya da Özel İlişiki

"Berlin'de geçen kitaplar" okumasında artık 2. Dünya Savaşı bitmiş, 1955 yılına gelmişiz. Soğuk Savaş rüzgarları serin serin esiyor. Amerika / İngiliz ve Sovyet istihbarat mücadelesi yaratıcılıkta sınır tanımıyor.

Ian McEwan'ın yazdığı Masumiyet ya da Özel İlişki kitabında, yaşanmış gerçek bir olay arka fonu oluşturuyor. Hikayede, Altın Operasyon'da görev almak üzere İngiltere'den Berlin'e gelen Leonard Marnham'ın dönüşüm hikayesini okuyoruz.


Vikipedi kapatıldığı için link veremiyorum Altın Operasyon'la ilgili. Özetle Sovyet telefon hatlarına sızmak için Amerika ve İngiliz istihbarat servislerinin Doğu Berlin'e bir tünel kazma operasyonu. Rus casusu İngiliz vatandaşı bir Yahudi olan George Blake'in Sovyetler'e sağladığı bilgiler neticesinde operasyon başarısızlıkla sonuçlanmış, Ben bu kitabı okuyana kadar böyle bir operasyondan haberim yoktu.

Kitaba dönecek olursak, 25 yaşında içe kapanık, güvensiz Leonard'ın savaş ve aşkla değişmesi, dönüşmesi ve masumiyetini yitirmesi zenginlikle anlatılmış. Kitabın her sayfasında farklı bir Leonard yer alıyor adeta.

Berlin'e gelir gelmez tanıştığı Amerikalı Bob Glass ve nişanlılığa kadar giden bir ilişki kurduğu Maria bu değişimin en önemli mimarları olarak rol alıyor. Maria'yla ilişkisi ilerlerken, Maria'nın eski kocasının ortaya çıkmasıyla olaylar içinden çıkılamaz bir hal alıyor ve Leonard da dönüş olmayan bir yola giriyor.

Yazar Ian McEwan, bu psikolojik dönüşümü çok başarılı bir şekilde kaleme alırken aynı zamanda Amerikan, İngiliz, Alman ve hatta Sovyetlere ait davranış özelliklerini de aynı derecede başarılı şekilde tasvir etmiş.

Hikayeyi açık etmemek için konusuyla ilgili daha fazla yazmayacağım ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim: kitabın başında tanıdığımız Leonard'ın bambaşka bir şey dönüşümü; geçerli sebepleri olan herkes bir gün cinayet işleyebilir fikrimi daha da güçlendirdi.

14 Mayıs 2017 Pazar

Mart Menekşeleri

Seyahat ettiğim yerlerde o şehirde geçen romanlar okumayı seviyorum. Bu nedenle Berlin'e gitmeye karar vermemizle hemen internetlerde aramalara başladım.

Stok problemlerini saymazsak, bütün büyük şehirler gibi Berlin de bu konuda zengin. Bir taraftan da stok problemlerine müteşekkirim çünkü en azından onu mu alsam bunu mu diye seçemediğim kitaplar doğal seleksiyon sürecine giriyor.

Berlin için kitap ararken ilk tercihimi Mart Menekşeleri'nden yana kullandım. Bu kitap, İngiliz yazar Philip Kerr'in 11 kitaplık Dedektif Bernie Gunther serisini ilk kitabıymış meğersem.


1936 yılının Berlin'inde, çoğunlukla Yahudi, kayıp kişileri bulan eski bir asker ve de polis Bernie Gunther bu defa bir milyarderin kızının ölümünü araştırırken kendini Himmler ve Goering arasındaki politik bir savaşın ortasında bulur.

Dedektif Gunther, Berlin'in karanlık ve tehlikeli ortamında araştırmasını yürütürken biz de Nazi Almanya'sında bir tura çıkıyoruz. Dönemin günlük yaşamı, siyasi çekişmeleri, çeşitli kurumlar arasındaki üstünlük savşları, Yahudiler'in ülkeyi terk etmek için varlarını yoklarını satması, karanlık yeraltı dünyası hikayenin içinde yer buluyor.

İşte dönem kitaplarının güzelliği. Kitaba adını veren Mart Menekşeleri'nin ise Hitler başa geçtikten sonra Nazi Partisi'ne üye olanlara verilen isim olduğunu da bu kitaptan öğrendim.

Tarih ve polisiyenin iç içe geçtiği bu kitap benim için yeme de yanında yat oldu. Hem sürükleyici bir hikaye hem de zengin tasvirlerle adeta Dedektif Gunther'le yanyana hikayenin içine giriyorsunuz. Şiddetle tavsiye ediyorum.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Mühürlü mü Mühürsüz mü? Amerika mı Uganda mı? Survivor mı Tango mu?

Bu blog'da siyaset olmayacak diyorum. Sonra yine dayanamıyorum.

Gerçi en nihayetinde Survivor yarışmacılarını ezbere bilen, dizi olarak Kösem'den gayrısına yüz vermeyen bir kişiyim. Benim siyasetimden nooolcak.

Ne olursa olsun, benim de fikirlerim var.

Tarihe not düşülsün: 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumunda YSK, oylar sayılmaya başladıktan sonra "dışarıdan getirildiği kanıtlanmadıkça mühürsüz oylar geçerlidir" buyurdu.

Balık kokarsa tuzlarsın, peki tuz kokarsa ne yaparsın? Gördüğüm kadarıyla hiç bir şey, çünkü öyle gerekmiştir, atı alan Üsküdar'ı geçmiştir.

Hiç bir şey yapamasam da YSK'yı esefle kınıyorum! Bir kere bu karar, mühürsüz oylardan menfaat sağlayacak her kimse, onun zekasına hakarettir.

Ne demek "dışarıdan getirildiği kanıtlanmadıkça"! Zarfların üstüne "ben bunu evden getirdim" mi yazılacaktı yani. Yok artık! Bir atasözünün atasözü olması için söylenmesinin üstünden kaç yıl geçmeli bilmiyorum ama bir Türk büyüğü 23 yıl önce söylemişti "rüşvetin belgesi mi olur p...k"

Neyse, mühürsüz oylar nereye gittiyse gitti, sonuç evet çıktı. Yönetim sistemimiz değişti, başkanlık rejimine geçtik. Umarım ülkemiz için hayırlı olur.

İnternette yaptığım bir araştırmaya göre başkanlık sistemi olan ülkeler şunlarmış:

Afganistan 
Amerika Birleşik Devletleri 
Arjantin 
Azerbaycan 
Belarus 
Bolivya 
Brezilya 
Dominik Cumhuriyeti 
Endonezya 
Ermenistan 
Ekvator 
El Salvador 
Filipinler 
Guatemala 
Güney Kore 
Haiti 
Honduras 
İran 
Kazakistan 
Kenya 
Kıbrıs 
Kolombiya 
Kosta Rika 
Liberya 
Meksika 
Nikaragua 
Nijerya 
Panama 
Paraguay 
Peru 
Seyşeller 
Sierra 
Leone 
Sri Lanka 
Sudan 
Surinam 
Şili 
Tanzanya 
Türkmenistan 
Uganda 
Uruguay 
Venezuela 
Zambiya

Mesela Arjantin var listede, oooo ne güzel bol bol tango yaparız. Dominik Cumhuriyeti de var, hayatımız Survivor olur belki, ay çok güzel valla. Amerika bile var, süper güç olmamız an meselesi. Belki Venezuela'nın güzellik yarışmalarına damga vurmasının sebebi de budur, hanımlar yaşadık.

Ammma piyango Nijerya, Sudan, Surinam, Liberya, Kenya, Afganistan, Zambiya, Uganda'dan falan vurursa resmen s.çtık. Artık ne çıkarsa bahtımıza.

Bir de kafamda bazı sorular var:

1) Evet oyu veren gurbetçi vatandaşlarımız ters göçe ne zaman başlayacak? Belli ki bunca yıldır gurbet ellerde çektikleri o kadar derdin sebebi ülkenin rejimiymiş. Hasretle kendilerini bekliyoruz.
2) Ekonomi ne zaman düzelecek?
3) Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili ülkemize huzur ne zaman gelecek?
4) Devlet Bahçeli'nin bir sonraki icraatı ne olacak?
5) 2 ve 3 numaralı sorulardaki beklentiler gerçekleşmezse parlamenter sisteme geri dönebiliyor muyuz?
6) 2014 seçiminde 1 (bir) adet mühürsüz oy nedeniyle seçim tekrarlatan YSK'nın mühürlü oy / mühürsüz oy konusundaki kafa karışıklığı ne zaman geçecek?

İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.

28 Mart 2017 Salı

Berlin'de Yeme İçme II

Berlin'de sadece kafelere gidip kahve mi içtik? Tabii ki hayır. Devamı aşağıda:

Hard Rock Cafe: Bu yaşına gelip de hayatında ilk defa bir Hard Rock Cafe'ye gitmiş birisini kınamak isteyenler dağılabilirsiniz, kalanlar okumaya devam etsin. Evet, ilk defa gittim. Önyargı diyin, çok bilmişlik diyin, ukela diyin ne derseniz diyin. Hard Rock Cafe'ler bende Mc Donald's'ın bir üst versiyonu izlenimi uyandırıyor. Du.

Bugüne kadar ziyaret ettiğim hiç bir şehirde kapısından içeri girmemiştim. Biraz bilmişlikten, biraz da gittiğim yerlerde kısıtlı zamanımı her yerde bulunan bir zincirde harcamak istememden. Bu sefer de yine gitmezdim ama ne demiştik: ben bilmem beyim bilir. Hep bana hep bana olmuyor.

Fedakar eş olarak teknik müzeye gitmişim, Türk kahvaltıcısına gitmişim, Hard Rock Cafe bana vız gelirdi! Hem bira da vardı! Güzel güzel yedik içtik, böyle fedakarlığa can kurban. Çalışanlar çok şeker, yemekler lezizdi. Hem de tavuk sevmeyen beyime bir tabak tavuk kanadını hüplettirecek kadar güzeldi. Daha ne olsun. Adres: Kurfürstendamm 224.

The Pub: Otelimizin neredeyse dibindeki The Pub, kesin bir gitmezseniz küserim kategorisi. Burayı o kadar sevdik ki, bir değil iki akşam gittik.

Bir kere tam bir mühendislik harikası. Üstünden tren yolu geçiyor, içeride tren sesinden eser yok. Öyle bir ses izolasyonu. Elbette bu detayı fark eden ben değildim, beyim sağ olsun.

Yemek olarak çeşit çeşit burgerler var. Test ettik onayladık, pek güzeller. Ayrıca porsiyonlar çok büyük. Her bir burger yanında bol patates (tatlı patates ya da normal patates) ve bol salata servis ediliyor.

Benim asıl hayranlığım masalardaki bira musluklarına oldu. Her masada 4 adet musluk, ve siparişlerle hesapların yönetildiği bir ekran var. Masaya oturup kendinize 1 ile 10 arasında bir hesap açıp, tüm siparişlerinizi ekrandan veriyorsunuz. Sonra da gelmesini bekliyorsunuz. Servis de oldukça hızlı. Biranızı da önce ekranda hesap numaranızı seçip, önünüzdeki musluktan dolduruyorsunuz.

Tabii ki sistemin gerçekten çalışıp çalışmadığını test etmek için elimden geleni ardıma koymadım. Bardağın dibine azıcık bira koy, bakalım ölçüyor mu? Ölçüyor. Bardağı ağzına kadar doldur, ölçüyor mu? Ölçüyor. Musluğu aç, bardağı koyma, ölçüyor mu? Ölçüyor. Adamlar 20 küsur masadaki 4 ayrı musluktan geçen biranın her bir santimetre küpünü otomatik ölçüp hesaba ekliyor. İşte Alman mühendisliği, işte Alman hesabı!

Sistemin tek kötü yanı, birayı içmek için garson gözlemeye, sipariş beklemeye gerek olmadığından ipin ucunun azıcık kaçabilmesi. İşte adres: Rochstrasse 14.



Al Contadino Sotto Le Stelle: Gitmezseniz küserim, küsmekle kalmam, daha da yüzünüze bakmam kategorisi. İtalyan makarna ve pizza ve şaraplarına zaafımdan dolayı abarttığımı düşünüyorsanız teessüf ederim.

Aslında niyetimiz buraya yakın bir şarap barına gitmekken yer bulamadığımızdan ötürü tesadüfen bulduk bu restoranı, böyle bir ara sokakta. Oh iyi ki de yer bulamamışız. Yoksa o enfes trüflü makarnayı o nefis chianti şarabını kaçıracaktım. Gerçi Muret la Barba da aklımda kalmadı değil.

Uyarayım, pahallı bir restoran. Çok uzun zamandır, bir akşam yemeğine o kadar ödeme yapmamıştık. Ama değdi mi? Evet. Bir daha olsa yine giderim; bilerek, isteyerek, severek. Adresi de şuraya yazayım: Auguststrasse 36.

Ay bir de sonradan, buranın Brad Pitt ve Angelina Jolie'nin Berlin'deki favori restoranlarından olduğunu öğrenmeyeyim mi. Doğru mu yanlış mı bilemem, internetin yalancısıyım. Ama bana sorsan Angelina'dan bir eksiğim yok yani.

Monsieur Vuong: Berlin'de Asya restoranları, özellikle Vietnam mutfağı pek popülermiş. Neden bilmiyorum. Ama kusur kalamazdım elbette.

Rezervasyon almayan bu restorana gittiğimizde içerisi tıklım tıklımdı. Galiba kimse kusur kalmak istememiş. Hem kalabalık, hem de içerideki ağır baharat kokusundan çıkmaya niyetlenmiştik ki, barda bize iki kişilik yer gösterilince, madem buraya kadar geldik, denemeden dönmeyelim dedik.

Menüden siparişlerimizi seçtik, siparişlerimizi verdikten sonra duvardaki kara tahtada bir de günün menüsünün olduğunu gördük. Tabii ki Almanca. Zaten kalabalık, sipariş de vermişiz, tıkır tıkır işleyen Alman sistemine çomak sokmayalım dedik. Ama siz giderseniz, kafanızı menüye gömmeden önce sağa sola iyice bakın. Sadece burada değil, gittiğiniz her yerde yapın bunu.

Yemek fena değildi ama asıl içkilerimiz pek güzeldi. Beyim adı ejderhalı falan bir şey sipariş etti, acılı bir kokteyl. Benimkinin adını hatırlamıyorum, ama o da böyle tatlılı ekşili bir şeydi. Çok beğendim. Lıkır lıkır içtim. İçindeki alkolün hiç de az olmadığını, tek nefeste pipetten ne kadar hüpletebilirim deneyini yaptıktan sonra fark ettim ama olsun. Adresi de vereyim tam olsun: Alte Schönhauser Strasse 46.


Dolores: Rosa-Luxemburg Strasse 7 numaradaki Meksika dürümcüsü. Çeşit çeşit burritorlar, tacolar, quesadillalarla hızlı, uygun fiyatlı bir fast food restoranı. Fast food falan diyince kötü olduğunu düşünmeyin. Güzel bir öğle yemeğini hesaplı bir şekilde yiyebilirsiniz.

Bir de ev yapımı limonatası güzelmiş ama biz denemedik. Aklınızda bulunsun.

Barce Lona: Adından da anlaşılacağı gibi bir tapas restoranı. Checkpoint Charlie'ye çok yakın. Adres Friedrichstrasse 211.

İnternette iyi yorumlar olsa da ben o kadar iyi bulmadım. Kötü de değil. Ortalama işte. O civarda ve açsanız, bir kaç çeşit tapas, ve bira ile bir öğün yapabilirsiniz. Ama servis çok yavaş, ya da bize öylesi denk geldi.

Alt Berliner Wirtshaus: Berline'e gittik, Vietnam'ından İtalyan'ına o kadar değişik restoran denedik, bir Alman restoranına gitmeseydik ayıp olurdu. Bunun için tam anlamıyla geleneksel bir restoran seçmişiz. O kadar geleneksel ki garson ablalar ingilizce bilmiyordu. Biz de Almanca bilmediğimiz için sipariş konusunda birazcık zorlandık ama sonunda anlaştık.

Dekorasyonu sevimli ve orijinal. Yemekler de güzeldi ama bir İtalyan değil tabi. Yani ben Alman mutfağının hayranı olmasam da beğendim. Berlin'de klasik bir Alman restoranına gidelim derseniz işte adres: Wilhelmstrasse 77.