14 Ağustos 2014 Perşembe

Yalanlar seni öldürmezse gerçekler öldürür

Pek iç karartıcı bir başlık. Yeni bitirdiğim kitabın kapağından.

Eskiden pek hızlı okumamla övünürken nazarlara geldim, ancak son bir kaç defadır kalın kitaplar geçti hep elime, ondan. Bir de bu seferki ingilizceydi, o da yavaşlattı doğal olarak.

Bahsettiğim kitap Wool, yazarı Hugh Howey. Distopik bir bilim kurgu.

Belirsiz bir gelecekte geçiyor. İnsanlar "silo" adı verilen yerin dibine doğru inşa edilmiş kulelerde yaşıyor. En üst katı yer seviyesinde olan kule aşağı doğru 140 katlı.

Dışarısını sadece en üst kattaki - ki bu kat 1. kat oluyor - ortak yaşam alanındaki pencerelerde görüyorlar. Pencere dediysem, kameralardan alınan görüntülerin yansıtıldığı büyük bir monitör.

Dışarı çıkmak yasak ki ne yasak. Dışarı kelimesini kullananlar dahi ölümle cezalandırılıyor. Ölüm cezası da suçluyu "temizlik" görevi için dışarı yollayarak infaz ediliyor. Bu görevin ölüm cezası olma sebebi ise havadaki zehirli gazlardan dolayı dışarı çıkanların özel koruma elbiseleri içinde dahi en fazla bir kaç dakika hayatta kalabilmeleri.

Silo halkı, kısıtlı kaynaklar nedeniyle çok sıkı kurallara uymak zorunda. Mesela çocuk doğurmak piyangoya tabi. Nüfusu sabit tutma zorunluluğundan dolayı da her doğum bir ölüme bağlı. Ölüm cezasına çarptırılmayıp doğal sebeplerle ölenler gübre olmak üzere tarlalara ayrılmış kata gömülüyor.

Her meslek grubu katlara ayrılmış, gruplar arası geçiş mümkün olsa da çok nadir. Sağlıkçılar, çiftçiler, mekanikçiler, taşıyıcılar gibi meslek grupları var. Taşıyıcılar günümüzün postacıları, haberleşmenin neredeyse tamamı taşıyıcıların 140 kat arasında getirip götürdüğü notlarla sağlanıyor. Aslında haberleşme için bir de e-mail sistemi de var ama çok pahallı.

Tüm meslek grupları arasında kral IT'ciler. Bütün silo halkı eşitse onlar daha eşit çünkü silodaki hayatı kolaylaştıran ya da dışarıdaki zehirli havada hayatta kalmayı sağlayacak araştırma geliştirme faaliyetlerini onlar yürütüyor.

Silodaki tüm çocuklar temel bir eğitimden geçiyor, bu temel eğitimden sonra ise çıraklık kurumu devreye giriyor. Çocuklar yetiştirilmek üzere ustaların yanında "gölge" olmaya başlıyorlar ve böylece meslek öğreniyorlar.

Tüm yaşam düzeni silo yapısına göre düzenlenmiş olsa da dil hala eskiden izler taşıyor. Mesela, siloda hayvan beslemek yasak. Tavşanlar yetiştiriliyor, hem küçük olup yer kaplamadıkları hem de besin oldukları için. Tek tük ve sanırım gizli köpek besleyenler var. Ama mesela boğa diye bir hayvan yok. Büyüklüğünden dolayı siloda beslenmesi imkansız. Silo halkı hiç boğa görmemiş, neye benzediğini bilmiyor, buna rağmen "boğa gibi öfkelenmek" deyimini kullanıyorlar.

Daha silo hayatıyla ilgili uzun uzadıya yazarım yazmasına da ana fikri anlamışsınızdır. Çok katı kurallarla sıradan hayatını sürdüren silo halkı bir gün kahramanımız Juliette, kitaptaki adıyla Jules, ile tanışıyor ve sonrasında olaylar, olaylar. Huzur isyanda diyeyim, gerisini sizin hayal gücünüze bırakayım. Ya da kitabı okuyun.

Hikayenin belirsiz bir gelecekte geçmesi, otokratik yönetim, güçlü bir kadın kahraman ve kitabın genel havası bana Açlık Oyunları'nı anımsattı. E ben de böyle distopik hikayeleri sevdiğim için bayıla bayıla okudum.

Yalnız sonu benim için biraz havada kaldı diyebilirim. Daha iyi bağlanabilirdi. Bu kitap da Açlık Oyunları gibi 3 kitaplık bir serinin ilkiymiş. Belki bu yüzden sonu havada kaldı diyeceğim ama "acaba şimdi ne olacak" diye merak uyandıran bir durum da yok finalde açıkçası, her şey ayan beyan ortada. Serinin devamını okuma sebebi ilk kitapta ortaya çıkan yan hikayelerin detayını öğrenmek olabilir. Bu tarz hikayeleri sevenler için de oldukça keyifli olur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder